Sessizliğin, Ruhun ve Zamanın Bestecisi

04 Haz 2025 - 19:15 YAYINLANMA

Siz hiç göz yaşlarınızı ip gibi incecikten başınızı yasladığınız bir tren camından akıttınız mı? İşte o duyguya sizi hiçbir üzüntü ve dramaya koymadan saf bir telaşsızlıkla koyan bir sanatçıyı size tanıtayım. En azından bana her dinlediğimde yaptığı bu…

Sessizliğin, Ruhun ve Zamanın Bestecisi o… Arvo Pärt… Arvo Pärt, 1935’te Estonya’nın Paide kasabasında, dünyanın ve ülkesinin sancılarla dolu bir döneminde doğdu. Çocukluğu savaş yıllarına denk geldi; Sovyet işgali, yıkım ve toplumsal baskılar, Pärt’in erken yaşamının bir parçasıydı. Ama tüm bu gürültü ve kaosun ortasında, o müzikte bir sığınak buldu.Henüz çocukken piyano ve beste çalışmaya başladı.

1960’larda Tallinn Konservatuvarı’ndan mezun olduğunda, çağın ruhuna uygun şekilde yenilikçi ve deneysel eserler yazıyordu. Sovyetler’in onayladığı müzik çizgisi sıkıcı ve katıydı; Arvo ise kendini zorlayarak atonal müzik, dodekafoni ve serializm gibi Batılı modernist akımlara yöneldi. Fakat bu teknik ustalık, ruhunu beslemiyordu. Bir gün, bir sessizlik başladı. Uzun bir sessizlik. Sekiz yıl süren bu içe dönüş döneminde Pärt, adeta yok oldu.

Beste yapmayı bıraktı, kilise ilahilerini, ortaçağ çok sesli müziğini ve erken dönem dini eserleri inceledi. “Bu arayış döneminde Bach, Gregorian ezgileri ve sessizlik bana yol gösterdi,” diyecekti sonra. O suskunlukta, yalnızca teknik arayış değil, manevi bir keşif de vardı. Ve sonunda, 1976’da, Für Alina ile geri döndü. Müziği değişmişti: sade, çıplak, titrek, neredeyse bir dua gibi. Tintinnabuli dediği bu yeni besteleme dili, adını Latince “çan” anlamına gelen tintinnabulumdan alıyordu. Çanların basit ve içe işleyen tınıları, ruhun en derinlerine dokunuyordu. Pärt’in müziği artık karmaşık anlatımlara değil, bir tür manevi yankıya dayanıyordu. Pärt şöyle diyordu müziğin tanımı için; “En güzel ses insan ruhudur. Ve öyle bir an gelir ki, başka birisi için ses çıkarması gerekir.” Sanırım bu sözüne vuruldum. Bu söz, onun sanatı ve insan algısı için çok şey anlatır. Müziğin anlamı, notalarda değil, o notalar arasında doğan sessizlikte ve bir ruhun başka bir ruha dokunmasındadır. Müzisyenin elleriyle canlandırdığı bu tınılar, yalnızca birer ses değildir; onları duyan kalpte yankı bulan manevi bir çağrıdır. Arvo Pärt’in eserleri — Spiegel im Spiegel, Fratres, Tabula Rasa, Cantus in Memoriam Benjamin Britten — hepsi bu saf, duru ve dokunaklı anlayışın izlerini taşır.

Onun müziği bir çığlık değil, bir fısıltıdır; bir patlama değil, bir yankıdır. Modern dünyanın karmaşasında bir yavaşlama, bir bekleyiş ve bazen bir dua gibidir. Sovyet baskısı ve sansürü yüzünden 1980’de Estonya’dan ayrıldı; ailesiyle birlikte Viyana’ya ve oradan Berlin’e geçti. Batı’da, hem klasik hem çağdaş müzik dünyasında büyük saygı gördü. Eserleri, yalnızca konser salonlarında değil, filmlerde, meditasyonlarda, sergilerde, hatta kişisel içsel yolculuklarda birer eşlikçi hâline geldi. Pärt’in müziği bize şunu hatırlatır: En karmaşık zamanlarda bile sadelik, en yüksek ustalıktır. En sessiz anlarda bile ruh, en güçlü sesi çıkarır. Ve bazen, bir başka insanın sesi, bizim içimizdeki yankıyı uyandırır.

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: