Korkudan Sessizleşen Ülke
“Chilling Etkisi”
Bu ülkede kimse sana resmen “Sus” demiyor.
Anayasada hâlâ düşünce ve ifade özgürlüğü maddesi duruyor, yöneticiler de sık sık “eleştiriye açığız” diyor.
Ama sokakta, sosyal medyada, iş yerinde havada asılı duran görünmez bir cümle var: “Dikkat et, başına iş alırsın.” Tam da bu yüzden, klasik sansürden daha sinsi bir mekanizmayla karşı karşıyayız:

Chilling etkisi (chilling effect). Chilling etki, en basit hâliyle şudur:
İnsanlar, ceza görme ihtimalinden korktukları için, aslında hukuken serbest olan söz ve davranışlardan kendiliğinden vazgeçmeye başlar. Yasa “eleştiri serbest” dese de, pratikte beyin başka bir yerden çalışır:
“Bu tweet dava olur mu?”
“Bu yazıyı patron görürse sıkıntı çıkar mı?”
“Şu ismi açık yazmasam mı?”
Sonunda kimse sana bağlı bulunduğun kanun maddesini tek tek okumaz; ama sen, “ya bir şeye denk gelirse” diyerek birkaç kelimeyi yutarsın. İşte sansür artık dışarıdan değil, içeriden işler. Bu iklimde, bazı davalar sembolik hâle geliyor.
Gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, sosyal medya kullanıcılarının; “hakaret”, “tehdit”, “terör propagandası”, “dini değerleri aşağılama”, “dezenformasyon” gibi geniş ve yoruma açık başlıklardan yargılandığı her dosya, yalnızca sanık sandalyesindeki kişiye dokunmuyor.
Ekran başında izleyen milyonlara sessiz bir mesaj gidiyor: “Bak, çizgiyi aşarsan neler olacağını görüyorsun. Gerisini sen düşün.” Asıl soğutucu etki burada başlıyor. Ceza verilip verilmemesi bile ikincil kalıyor; insanların zihninde “riskli bölge haritası” çoktan çizilmiş oluyor. Hukukun kâğıt üzerindeki yüzü ile hayatın çıplak yüzü arasındaki fark da tam bu noktada belirginleşiyor.
Metinlerde “eleştiri serbest, hakaret yasak” gibi makul görünen cümleler, siyasal iklimle birleşince bambaşka bir biçime bürünebiliyor:
Eleştiri ile hakaret arasındaki çizgiyi artık hukuk değil, siyaset belirliyorsa,
Devleti, iktidarı, liderleri sertçe eleştirmek, otomatik olarak “düşmanlık” etiketiyle paketleniyorsa,
Tutuklu yargılama, istisna olmaktan çıkıp fiilî bir gözdağı yöntemine dönüşüyorsa, o ülkede insanlar, haklarını kullanırken değil, haklarından vazgeçerken kendini güvende hisseder.
Bazıları şöyle düşünebilir:
“Zaten bundan etkilenenler muhalifler, gazeteciler, aktivistler…
Sıradan insan için ne değişiyor ki?” Değişen çok şey var:
Bilim insanı, araştırmasının sonucunu rahatça tartışamaz.
Sanatçı, sahnede ya da tuvalde sınırları zorlayamaz.
Hekim, eğitimci, akademisyen, kendi alanındaki yapısal sorunları özgürce dile getiremez.
Yurttaş, gündelik hayatta gördüğü haksızlıklara karşı “yüksek sesle” itiraz etmekten çekinir.
Sonuçta; chilling etki, sadece muhalifi değil, bütün toplumu vasat bir sessizliğe doğru iter.
Bir toplum için asıl büyük tehlike, “İfade özgürlüğü yok” noktasına gelmekten önce, “Nasıl olsa değişmez, susmak daha akıllıca” noktasına varmaktır.
Chilling etki, tam da bu cümleyi normalleştirir.
Bu yüzden mesele, sadece tek tek davaların hukuki isabeti değil; bütün bu atmosferin, hepimizin zihninde bıraktığı tortudur.
En kritik soru da belki şudur: “Bu ülkede insanlar, gerçekten ne zaman güvende hissediyor?
Konuştuklarında mı, sustuklarında mı?”
Bir demokrasinin kalitesi, susarak değil, konuşarak kendini güvende hisseden insanların sayısıyla ölçülür. Ve bu ülke nerede?