Ve ay yarıldı, saat yaklaştı…

26 Ağu 2015 - 18:20 YAYINLANMA

Son kutlu elçinin yüce dosta yürüyüşünün ardından ilahi tezgâhta yetişmiş seçkin topluluk iki fırkaya ayrıldı da dünyanın çivisi yerinden oynadı. Yüzyıllar boyu sürecek fitnenin adı “Sıffîn” oldu iptida. Çağlar boyu ismi değişti; son dönemde kâh Gazze oldu, kâh Doğu Türkistan. Değişmeyen tek şey “Habil ile Kabil” senaryosundaki rollerdi. Evren tarihinin son av mevsiminde kurbanlar her çağda olduğu gibi yine âdemoğullarıydı. İblisoğulları işbirlikçi bulmakta zorlanmadı her zamanki gibi. Bu fitne ittifakının bir ismi olmalıydı elbet. Bu isim ilahi kelamın son kelimelerinden ibaretti:

“Min’el-Cinneti ve’n-Nas.”

Cinlerden olan şer timsali hiç değişmedi. Onun adına Şeytan dedi âlemlerin Rabbi. İşbirlikçileri zaman ve zemine göre isim değiştirdi. Değişmeyen unsur hep görünmeyen oldu. Buzdağının su altında kalan dev kütlesi İblis kalleşliğine bürünüp hep gizlendi. Dışarıda kalan kısım ise köle misali hep köklerine tabi oldu. Dip nereye gittiyse tepe de oraya sürüklendi. Dipteki gizli şer sinsice görünen kısmın damarlarına sızdı. Bütün güç ve meziyetleriyle, insanın Allah’a giden yollarına oturuyor, ona kendi hayallerini yaşatıyordu. Kendi sıfatlarını insana yüklüyor, onu hayallerinde güldürüyor, ağlatıyor, kızdırıyor ve kendisini kendisine yedirtiyordu. O hayallerle insanı, kendine hem kul hem de ilah yapıyor, kendisine taptırıyordu. Allah apaçık gerçekken ve mutlak olarak varken, onu inkâr ettiriyordu insana. Alçalmayı yükselme, yükselmeyi de alçalma gösteriyordu. İnsana kurdurduğu hayallerle onun duygularına sızıp, onun hayatında kendi hayatını yaşıyor, kendisini ona kendiymiş gibi zannettiriyordu. Allah’ın dostlarını düşman, düşmanlarını da dost gösteriyordu. Kendi kölelerini yükseltiyor, insanın en büyük değerlerini, aşkını, merakını, aklını ayaklar altına atıp çiğnetiyordu. İnsan da bunları kendi duyguları zannediyor, onunla bütünleşip şeytanlaşıyordu. İnsan gerçek anlamda kendini tahlil edemediği için de, şeytanın sıfatlarını kendi sıfatları bilip sürükleniyordu. Tıpkı tuzun suda eriyip gizlendiği gibi, buzdağının altındaki görünmeyen kısım tepe noktadaki gafillerin dilini damağını işte böyle buruyordu.

İşte sonunda Şeytan’a verilen mühlet bitmek üzereydi. Sınav oldukça çetin geçiyor, bilenle bilmeyen, çalışanla çalışmayan, nefsine uyanla uymayan arasındaki kıran kırana mücadele son demlerine geliyordu. Defterlerin ellere verileceği gün çok yakındı. Güneşin batıdan doğuşuna çeyrek kala hayvanlar dahi utanıyordu insanlığın vur patlasın çal oynasın çılgınlığından.

Küçük alametler tüm iğrençliğiyle sergileniyor, zinalarla binalar birbiriyle yarışmaya devam ediyordu. Binalar gökleri delercesine yükseldikçe zina çeşitleri de yerin dibine kadar alçalıyordu. Lût kavmini helak eden yüzkarası âdet kurumsallaşıyor, eşcinseller “nikâh”tan kutsiyet devşirip mide bulandırıyordu. İslam ümmetine parmak ısırtacak destekler esirgenmiyordu bu sapkın Lûtilerden. Modernleşen Genelevlere yüklü meblağlar ödeyen karıkocalar eş değişip aynı ortamda birbirlerini seyrederek iğrenç fanteziler sergiliyordu. Doyumsuzluk hastalığının, kan ve irin dolu kaynar sular içmekle karşılık bulacağı umursanmıyordu bile. Açlıktan nefesi kokan Afrika insanının bir yıllık kumanyası müstekbir sözde Müslümanlarca bir gecede kumar masalarında bırakılıyordu. Dünyanın ezilen coğrafyasındaki insanlar kadın-erkek, yaşlı-genç, çoluk-çocuk demeden zalim eller tarafından eşi görülmemiş işkence ve soykırımlara maruz bırakılıyor, gemi azıya almış bu mutlu azınlık ahlak kuralları tanımayan eğlence türlerine her gün yenilerini ekliyordu. Dünya hayatına sarılmanın dayanılmaz hafifliği ölümü temenni ve intihar ile son buluyordu. Cariyeler efendilerini doğuruyor, evlat anaya asi oluyordu. Ortadoğu alev alev yanıyor, İslam dünyası kan ağlıyordu. Arap topraklarındaki yüksek kulelerde zevk ve sefa içinde yaşayan tuzu kuru petrol zenginleri, Hicaz’da zuhur edecek olan alameti suğra ateşinin bizzat karınlarına doldura geldikleri ateşten ibaret olduğunu anlamayacak kadar sarhoştu. Fırat’ın coşkun suları Filistinli mazlumun yanan yüreğine abı hayat olacağına Beni İsrail nankörlüğünce yudumlanmak isteniyordu. Nehir yatağının boşalmasından sonra açığa çıkacak “altın”, Samirioğulları tarafından tarihi tekerrür ettirircesine tapılacak buzağılara dönüştürülmek isteniyordu. Karşısındaki apaçık düşmanı göremeyen İslam orduları ise hak iddiasıyla birbirlerini kırmakta kıyasıya yarışıyordu. Cehalet almış başını yürümüş, kadın nüfusu erkeklerden bir hayli fazlalaşmıştı. Uyarıcı depremler zalim nefislere kâr etmiyordu artık. Küçük alametlerin hepsi zuhur etmiş, insanlık esfel-i safilin alçaklığında heba olup gidiyordu.

 

Artık büyük alametleri bekleme vakti gelmişti. Yeni aktörlerin zuhuru çok yakındı. Bunlardan ilki belki “Deccal” belki de “Duhan” olacaktı. Gerçi “Deccalizm” birkaç yüzyıldır İslam dünyasının bağrına çöreklenmiş bir yılan gibi tüm zehrini kusmuştu da Müslüman’ın mil çekilmiş zavallı gözleri bunu ayırt edemeyecek kadar gaflet içindeydi. Tefekkür ve basiret yoksunu İslam taifesinin olaylara tanıklık etme yeteneğinin önündeki sis perdesi aslına bakarsanız bir “Duhan” değil miydi?

Sonra “Dabbe” arzı endam edecekti bir ayağı çukurda olan dünyada. “Yecüc ve Mecüc”ün fitne tohumlarını ekeceği tarlalar çoktan sürülmüş ve gübrelenmişti bile. Bu kısa boylu zalim çiftçiler için zaman da zemin de çok müsaitti. Her Nemrud’a bir İbrahim, her Firavun’a bir Musa gönderildiği gibi “Yecüc ve Mecüc”e verilen mühletin sonunda Zülkarneyn de gelecek, bir elinde madde diğer elinde mana kılıcıyla demirden ve bakırdan setlerini çekecekti fitnenin önüne.

Her ne olursa olsun artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Sapla saman karışmıştı ve taşlar pirinçten daha fazlaydı. Ağızların tadını kaçıran acı gerçek insanlığın alnına çoktan çatılmıştı bile.

Ve yaşlı dünya can çekişiyordu…

YORUMLAR

Maksimum karakter sayısına ulaştınız.

Kalan karakter: