Tarikat Yurtları ve Ak Partinin Günahı
Son elli yılımıza damga vuran dini yapılanmaların yurtlar üzerinden gençlere ve toplumun diğer kesimlerine ulaşma tercihleri, içinde bulunduğumuz dönem de facia denilebilecek bir takım olaylara neden olduğundan toplumun gündemine geldi ve çok sık tartışılır oldu.Aslında dile getirilen kaygılar öyle hafife alınır cinsten değil.Yaşanan son taciz ve yangın olayları hiçbir nedene bağlı olarak üzeri kapatılamaz.
Biz bu işin adli yönünden çok sosyolojik yönü ile alakalıyız.Cumhuriyet kurulduktan sonraki yönetsel tercihlerin dinin belirleyici olarak sosyal ve ekonomik alandan çıkarılıp daha çok kişisel hukuk düzeyine getirilmesi ile çözümsüz sorunlar başlamış oldu.Kendini dindar tarif eden halk ile onun önünde bulunan tarikat cemaat niteliğindeki sosyal oluşumlar yaşanan süreci bir çok nedene bağlı olarak dini hayatın kaybı olarak algılamış ve sistemin dışında kontrolsüz bir alan bulup kendilerine yasak edilen inandıklarını yaşama arzusu ile bir takım yapılanmalara giderek hayat hakkı bulmaya çalışmışlardır. Aslında bu hal son derece normaldir. İnsanlık tarihi bu ve buna benzer bir çok illegal yapılanma hikayeleri ile doludur.
İş burada bir farkla kabul edilebilir sınırlar dışına çıkabiliyor, o da kontrolsüzlük. Özellikle 1960 darbesinden sonra toplumu konsolide etmek amacıyla köklü değişimler yapılan yurtçuluk serüveninde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin eline kimse su dökemez. Yetim ve kimsesizlerden başlamak kaydı ile yüksek öğrenim öğrenci yurtlarına varıncaya kadar çok başarılı uygulamalar mevcuttur.Bilhassa yüksek öğrenim yurtlarında çocukların barınma süreleri zarfında burunları dahi kanamadan mezun edilip sosyal hayata kazandırılmaları büyük bir başarıdır. Daha küçük yaştakilerin devlet yurtlarında yaşadığı bazı sıra dışı olaylar tamamen onların kendilerini savunma yeteneklerinin olmaması ve genel toplumun kabulleri ile alakalı olarak değerlendirilebilir.
Yaptığımız alan değerlendirmesinin dışında dini yapıların hükümet üzerinde meydana getirdiği baskı sonucu yaşandığı ileri sürülen sıkıntıların kaynağına gelelim.Bir kere teslim etmemiz gereken bir husus var ki din ve tasavvuf toplumların olmazsa olmazıdır.Önemli olan bunun nasıl yaşanacağına dair tercihleridir.
Nizamülmülk devrinin Fatımi devleti Şia önermeleri ve sorgulayan felsefi anlayışın kabul görmesine alternatif olarak benimsediği dini uygulama tercihleri, Nakşıbendi tarikatının devlet yönetiminde her dönem dahil günümüze kadar tercih edilir ve söz sahibi olur niteliğini muhafaza etmesini sağlamıştır.
Osmanlı Devleti kuruluş yıllarında göçebe Türklüğün etkisi ile Hace Ahmed Yesevi öğretilerini içinde barındıran Hacı Bektaşı Veli önderliğindeki tasavvufi hareket devletin tüm kurumlarında söz sahibi olsa da Yavuz Sultan Selim’in fetih tercihleri tekrar başa dönülmesini sağlamış oldu.Aslında çok sorunlu olan bu alanımız günümüz 15 Temmuz darbe girişimini aratmayacak maceralar ile doludur.Sonunda bir tarikat tercihi olan Yeniçeri ocağı isyanları tamamen Bektaşiliğin devlet yönetimine olan darbe girişiminden başka bir şey değildir.III Selim ve amcaoğlu II Mahmut döneminde zirve yapan olaylar neticesinde dönemin dinsel terör örgütü de Bektaşilik olmuş ve sistemden aşırı tepkiler ile dışlanıp Yavuz döneminin uygulamalarını aratır bir hale gelmiştir.
Cumhuriyeti kuranlar bu kaygılar neticesinde dini yapıları tamamen devlet kontrolüne alarak onlara tüm alanları kapatıp her türlü uygulamayı kendileri yapmak istese de bu hal çok başarılı olamadı.Nedenine gelince, batıya yanaşan devletimiz kırkların sonu ellilerin başı gibi çok partili hayata geçiş tercihi ile birlikte dini gurupların ve feodalitenin gücüne ihtiyaç duyduğundan farklı yanaşmalar neticesi hazırda bekleyen tarikat ve cemaatlerin önünü açtı ve bu günlere geldik.
Şimdi DP’yi, AP’yi, DYP’yi, MHP’yi, MSP’yi ve özelliklede Özal’lı yılları unutup tüm vebali Ak Partiye yıkarsak yanlış olur. Çok uzak değil ANAP iktidarlarında Süleymancılar olarak bilinen gurubun yurtlarında Cuma namazı kılmayan yada sohbetlerine katılmayan bir memur özellikle taşrada terfi edebiliyor muydu?
Çözüm olarak önerebileceğim elinde çok tecrübeli Kredi Yurtlar Kurumu ve Çocuk Esirgeme Kurumu olan devlet derhal bu tür yapıların kontrolünü ele almalı.Bunu yaparken de bağış ve gönüllülük esasına dayanan bu yapıların faaliyetlerine mensup olanlar en azından pedagojik formasyon ve diğer tecrübe edilen konular hakkında eğitilip kurumlarda vazife yapmaları sağlanmalı.Denetime alınan bu kurumlara sosyal çalışmacı ve psikolog statüsünde görevliler tam mesai üzerinden istihdam edilmeli lakin kuruma sahip olan yapının etkisinden arındırılarak tamamen devlete hesap verir ve sorumlu olarak çalışmaları sağlanmalı.
Bu işlerde ki memnuniyetsizlik belki böyle çözülebilir ama gelişen olaylardan rahatsız olduğunu söyleyenlerin dikkat etmesi gereken husus, son yetmiş yılın tercihleri kolay kolay değişmez.