Sizce Alevilik Nedir?
Alevilik deyince herkesin gözünün önüne aynı fotoğraf gelmiyor kuşkusuz. Herhangi bir Alevi kardeşimize “Alevilik nedir?” diye sorsak tüm Alevileri kapsayacak bütüncül bir tanımla karşılaşmayacağımız aşikârdır. Bırakın mütevazı bir Alevi’yi piyasadaki onlarca Alevi yazar bile birbiriyle hiç alakası olmayan Alevilik profilleri çiziyor. Bu yazarların Alevilik tanımları insanımızın kafasını karıştırıyor olmalı.Bazı tanımlar Aleviliğin İslam’ı temel referans olarak alan bir inanç sistemi olduğunu ortaya koyarken; diğer bazı yazarlar da İslam’ın şemsiyesi altında gelişmesine rağmen İslam dışı ve bağımsız bir inanç olduğunu savunuyor. Aleviliğin tarikat mı, mezhep mi, yoksa sadece kültür ve yaşam biçimi mi olduğu noktasında da farklı görüşler var. Alevilik ve Şiilik arasındaki bağlar, ortak ve zıt yönler konusundaki çelişkili tanımları değerlendirirken teorik anlamda sapla samanın iyice karıştığını fark ediyoruz.
Aleviliğin gerçek İslam olduğunu, çünkü Allah-Muhammed-Ali sentezini başka hiçbir İslami oluşumun net bir şekilde ortaya koyamadığını savunanlar olduğu gibi, Aleviliğin Arap coğrafyasında doğup gelişmesine rağmen öz be öz Türklük olduğunu, Orta Asya mayasıyla mayalandıktan sonra olgunlaştığını iddia edenler de var. Aklı başında bazı tanımların yanında hem Sünnileri hem de Alevileri derinden yaralayacak tanımlar bile çıkıyor karşımıza. Mesela Aleviliğin “Ali”den değil “alev”den geldiğini, dolayısıyla bu anlayışı Mecusiliğin bir mezhebi olarak gören çevreler bile var. Bir Alevi yazarın yıllar süren araştırmaları sonucunda ne kadar Alevi varsa, o kadar farklı Alevilik tanımına rastladığını, Alevilerin toparlanma amaçlı örgütlenme hızıyla ayrışma hızının doğru orantılı olduğunu, bir bakıma örgütlenme bilincinin ayrışmayı tetiklediğini itiraf etmesini dikkate değer buluyorum.
Bir başka Alevi yazara göre İmam Ali namaz kılıyordu ama bugünkü Aleviler kılmıyordu. O içki içmezdi ama bugün Aleviler içki içiyordu… O halde günümüz Alevilerinin İmam Ali’yle bir alakası yoktu, bir bakıma Ali’siz Alevilik hâkimdi.
Cem Vakfı çevresinde odaklanmış Alevi topluluklar öncelikle Aleviliğin ne olduğu konusunda net bir tavır ortaya konması gerektiğini savunurken, Pir Sultan Abdal Derneği yanlıları öncelikli meselenin Alevilik değil, demokratikleşme olduğunda ısrar ediyorlar ve “Alevilik” kavramını pek dillendirmiyorlar.
Ehli Beyt Vakfı ise bu iki anlayışın ortasında bir yerlerde konuşlanmış gibi görünüyor.Aleviliği bütünsel bir bakışla yeniden tanımlamaya kalkacak olursak ne denli zor bir yükün altına girdiğimizi de peşinen kabul etmek zorundayız. Alevi toplumunu ortak bir paydada birleştirme ve gerçek Aleviliğe dönüştürme süreci mayınlı tarlada yürümek gibi bir şey. Dahası bu tanımlamanın meşruiyetinin sağlamasını yapmak için nasıl bir ölçüt kullanabiliriz sorusu çıkıyor karşımıza. Elimizdeki mihenk taşlarını önem sırasına göre düşünelim;Bektaşilikte en yüksek mertebe olan Dedebabalığa yükselmiş Bedri Noyan’ın Manzum Türkçe Kuran Çevirisi, İmam Ali’nin Nehcu’l Belağa’sı,Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin Makalat ve Velâyetname’si...Konuyu irdelerken bu üç kaynağı şablon olarak almak ve bir Alevi tanımı daha yapmak zorunda olan bir Alevi kardeşimizi düşünelim. Bu kardeşimizin gerçek Aleviliği araştırma ve öğrenme sürecinde elde ettiği bulgular, “Gerçek Alevilik” mefkûresiyle örtüşmüyorsa yapacak başka da bir şey kalmıyor. Bilinçli bir Alevinin yapması gereken ilk şey öncelikle “ben kimim?” sorusuna net bir yanıt aramak olacaktır. Kimliğini teşhis ederken de “toplumsal hafıza”daki değiştirgen faktörlerden yararlanmak zorundadır ki, bu aşamada “biz kimiz?” sorusu devreye girecektir. Zira kimliklerin oluşmasındaki asıl değiştirgen toplumsal hafızada saklıdır. Ne yazık ki Aleviler üzerindeki resmi ideoloji baskısı Alevileri kapalı devre bir topluma dönüştürmüş, yaşam alanlarında da diasporatik gettolaşmaya mahkûm etmiştir. O halde bilinçli bir Alevinin yapacağı “efradını câmi, ağyarını mani” bir tanımlamada öncelikle hangi parametrelerin kullanılacağını ortaya koyması gerekir. Elhasıl Alevi kimliğini oluştururken takip edilecek rota, perspektif bulanıklığına düşme kaygısını da bünyesinde barındırıyor. Bir Alevi “ben kimim?” sorusuna net bir yanıt verememişken ve henüz kendi iç dünyasında bile uzlaşma sağlayamamışken, Alevi gruplar arasındaki çelişkileri uzlaştırıp toplumsal bütünleşmeyi yeniden yapılandırması kolay bir iş gibi görünmüyor. Hele bir de bu uzlaşmayı baltalamak isteyen dış güçler de sosyolojik çalışmalar ortaya koyarken başarı elde etmek olağanüstü bir çaba gerektirecektir. Sosyolojinin doğuşu bir sabıkayla lekelenmiş durumdayken, bu bilim rehberliğinde etik sonuçlar elde etmek bulanık suda balık avlamak gibi bir şeydir. Sosyoloji, emperyalist batının üçüncü dünya ülkelerini sömürebilmesinin bilimsel yollarını saptamak için doğmuş sabıkalı bir bilim değil midir? O halde önyargıdan uzak bir yaklaşımla yapılması gereken şey önce pirincin içindeki siyah taşları sonra da beyaz taşları ayıklamak olacaktır. Bunu başarmak yeterli değildir, bu kez pirincin içindeki kurtlanmışları da ayıkladıktan sonra usta bir aşçı hassasiyetiyle leziz bir pilav da yapmak gerekecektir. Yapılan bu pilavın Alevi otoriteler tarafından “helal” belgesiyle tescillenmesi ve toplumun tüm katmanları tarafından sindirilmesiyle görev tamamlanmış olacaktır. Yukarıda belirttiğim ana kaynakların yanında tarih bilimi de bize rehber olmalıdır.
Aleviliğin tarihsel akış içinde değişime uğradığı kuşku götürmez bir gerçektir. Bu bağlamda iki türlü Alevilikle karşılaşıyoruz; bunlardan biri siyasi Aleviliktir, diğeri de bizzat ehlisünnet ve’l cemaat olan tasavvuftur. Ne bir ırktır, ne de bir mezheptir. Siyasi anlamda Alevilik, Emevi-Abbasi ayrışmasından kaynaklanır. Allah ve Resulüne iman eden her Müslüman’ın Kuran ve Sünnet’in en büyük dava vekili olan Hz. Ali efendimiz ve Ehli Beyt’in yanında yer alması bizzat Allah ve Resulünün emriyle zorunludur. Bu konuda hiçbir Müslüman’ın kuşkusu olmamalıdır.
Tarihin bize bildirdiği diğer Alevilik ise aynen Kadirilik, Nakşîlik, Mevlevilik gibi ehlisünnet vel cemaat olan bir tarikattır. Anadolu Aleviliğin gelişim serüveni tarih bilimi ışığında özetle şöyledir:
Alevilik başlangıçta Irak’ta hüküm süren tavizsiz kuralları olan bir tarikattı. Merkezi Erdebil tekkesiydi. Camileri vardı, ezanları okunurdu, mensupları değil namazı, orucu, zekâtı, haccı en küçük sünneti bile terk etmedikleri gibi müstehaplara bile azami derecede önem verirlerdi. Mensupları çoğunlukla Şafii, Hanbelî ve Hanefiydi.Bu Alevi tarikatının Anadolu’ya geçişi şöyle olmuştur. 1402’de Ankara Savaşı’nda Osmanlı ordusunu yenilgiye uğratan Moğol imparatoru Timur, dönüşte Erdebil Tekkesi’ne uğrar. Timur ile tekkenin şeyhi Hoca Ali arasında derin ve güçlü bir bağ oluşur. Timur, kendi hâkimiyet alanı içinde kalan Erdebil ve köylerini Safevi ailesine mensup bu tekkeye bağışlar. Osmanlıdan esir aldığı otuz sekiz bin Türkmeni de tekkenin hizmetine girmek üzere serbest bırakır.
Ancak Şafiî mezhebine tabi olan Hoca Ali’nin torunu Cüneyd, Batınî fikirlerin etkisinde kalarak Ashabı kiram düşmanlığını Safeviler arasında yaymaya başladı. Baba ve dedelerinden dolayı kendisine gösterilen hürmeti istismar ederek siyasete karıştı, Karakoyunlulara karşı ayaklanmalar düzenledi. Cüneyd’in torunu olan Şah İsmail döneminde ise bu ayrışma zirveye ulaştı. Bugünkü Anadolu Aleviliği, önce Timur’la Erdebil’e köle olarak götürülen Türkmenlerin, iki kuşak sonra eski topraklarına yerleştirilmesiyle oluşan bir sistemdir. Demem o ki, bu durumda da Alevilikle Sünnilik arasında -bu kısa değişim dönemini saymazsak, hiçbir fark yoktur. Yani akmakta olan pak bir nehre bir kenardan bulaşan batınî fikirler, Aleviliği aslından uzaklaştırma temayülüne mahkûm etmiştir. Burada hepimize düşen görev Aleviliği batınîliğin tahakkümünden kurtarıp aslına döndürmek olacaktır. Bu bağlamda toplumsal uzlaşma ve kardeşliğin destanını yazmak suretiyle büyük bir vebalden kurtulmuş olacağız.