Hayal Deyip Geçmeyin!
Muhteşem bir bahar gününde Brooklyn köprüsünde kör bir adam dilencilik yapmaktadır.
Dizlerinin üzerinde "DOĞUŞTAN KÖR" yazılı bir tabela vardır. Dilencinin önünden gelip
geçenler dilenciyi pek de umursamıyor. Bunu fark eden bir reklamcı tabelayı almış, arkasına bir şeyler yazıp dilencinin dizine tekrar bırakmış. Ve olanlar olmuş, tabeladaki yeni yazıyı
okuyan herkes, başlamış dilencinin önündeki şapkayı parayla doldurmaya. Reklamcı şunu
yazmış tabelaya: "GÜZEL BİR BAHAR GÜNÜ... AMA BEN BAHARI GÖREMİYORUM"
Hayal gücü böyle bir şeydir. Einstein’ın dediği gibi “Hayal bilimden daha önemlidir, çünkü
bilim sınırlıdır. Hayal gücü sizi bekleyen güzelliklerin ön izlemesi gibidir.”
Bu haftaki yazımda siz okurlarımdan bir hayal kurmanızı isteyeceğim. Emin olun
pişman olmayacaksınız.
Şimdi hayalinizde, aynen yaşadığımız bu evren gibi, muazzam bir evren meydana
getirin. Yıldızlar, güneş, ay ve tüm diğer gök cisimleri… Bunların hepsi sizin evreniniz
olacak, gözünüzün önünde bu evreni hissedin. Şimdi bir dünya oluşturun ve orayı denizler, nehirler ve göllerle donatın. Bir boyayıcı gibi boyayın, bir süsleyici gibi süsleyin, bir şekil
verici gibi şekillendirin. Bir sanatkâr gibi donatın dünyanızı. Oluşturduğunuz denizlere,
okyanuslara çeşit çeşit balıklar, mercanlar yapın. Sonra karaları yapın hayalinizde, dağları
dikin, dünyayı sarsmasın diye kazık hükmünde olsun, madenlerin, kaynak sularının deposu, aynı zamanda havayı tarayan bir tarak ve vahşi hayvanların meskeni olsun…
Ve ağaçlar yapın oraya; ağaçlara çiçekler açtırın, meyvelerle donatın, hepsini ayrı ayrı
boyayıp şekillendirin. Çiçekleri ve bütün bitki çeşitlerini o yeryüzüne yayın. Sonra kara
hayvanlarını oluşturun, vahşisiyle evciliyle tüm hayvanları oluşturun ve güzelleştirin onları.
Sonra insanları oluşturun, dalgalı bir denizin kenarında küçük bir kayalığa otursun bu
insanlar. Oradaki kayalara dokunsunlar, o kayaların sertliğini hissetsinler. Bu âlemdeki kaya size neyse, hayalindeki kaya da oradakilere aynen öyle olsun.
Güneş alınlarına vursun, yüzlerini yaksın, bu âlemdeki güneş size neyse, hayalinizdeki
güneş de oradakilere aynen öyle olsun. O insanlar kumlara bata bata denize doğru ilerlesinler, kumlar ayaklarına dolsun… Şimdi denize girsinler, suyu ve soğukluğunu hissetsinler,
dalgaların sesini işitsinler. Hayalinizde kurguladığınız o insanların hissettiklerini onlarla
birlikte siz de hissedin. Bu âlemdeki madde size neyse, o hayalinizdeki madde de, oradakiler için aynen öyle olsun. Şimdi denizden çıkıp, tekrar oturdukları kayalığa gelsin, otursunlar ve tartışmaya başlayıp çeşitli fikirler yürütsünler. Hepsi gerçeği arıyor olsun. Gerçek anlamda ne
olduklarını, bu âlemin nasıl bir âlem olduğunu, kuşku götürmez bir şekilde anlamaya
çalışsınlar.
Şimdi hayalinizdeki bu âleme sizin mesajcınız olan bilge bir adam gönderin, bu adam
onlara yaklaşıp konuşmaya başlasın:
“Böyle tartışıp durduğunuz şey nedir? Neyin arayışındasınız siz?”
Onlar da desin ki:
“Biz, hayatın, kendimizin ve bu âlemin ne olduğunu, nerden gelip nereye gittiğimizi,
yani mutlak gerçeği arıyoruz.”
Mesajcı da onlara desin ki:
“Madem bu âlem var ki, bu asla inkâr edilemez ve bu âlemin yoktan var olduğu da bu
âlemin varlığından daha kesin ve sonsuz bir gerçektir. Bu da asla inkâr edilemez. Bundan
daha kesin bir gerçek vardır ki, kendi başına yokluk asla varlığın kaynağı olamaz. Varlık
kendi kendine yetebilen bir “sistem” değildir. Yani bir ‘Ol!’ diyen olmadan bu âlem vücuda
gelemez ve kendi başına varlığını koruyamaz.
İşte ‘Ol!’ diyerek bu âlemi vücutta tutan, hayal âleminde sizi var eden biri var. Bu
âlemdeki her şey; onun iradesinin, ‘Ol!’ emriyle yönelmesinden başka bir şey değildir. Bu
ağaçlar, kendi başlarına bu çiçekleri açtırmıyor, meyvelere dönüştürüp size ikram etmiyor.
Çünkü akılsız ve şuursuz bir odun parçasından ibaret olan bu ağaçlar sizi tanımaz ve
bilmezler. Kendilerini bilmezler ki sizi bilsinler. Ama onların üzerinde meydana getirilen
meyveler kesin olarak sizi tanımanın, bilmenin, görmenin ta kendisidir.
Demek bu meyveler; sizi tanıyan, bilen; size bu dili, bu ağzı, bu gözü, bu burnu, bu
mideyi, bu azaları veren birisinin eseridir...
Her şeyin arkasında o gizlidir. Bütün bu eserleriyle, bütün bu ikramlarıyla, size
kendini tanıtıp, sevdirmek istiyor. O bu âlemi meydana getirmeyi irade etti ve kendindeki isim
ve sıfatların temsili numunelerini size verdi ki; siz de onu o küçük numunelerle kıyas edip,
tanıyasınız. Sizi de bu âlemle birlikte, kendisine muhatap etti. Size görmeyi veren ‘basîr’ odur,
çünkü şu âlemdeki hiçbir şey, size asla görmeyi veremez. Siz, gören olduğunuz hâlde, aklınızı
ve iradenizi de katsanız, asla kör bir şeyi görür kılamazken, bir et parçasının kör zerreleri
sizi nasıl gören kılabilsin? İşte size görmeyi, işitmeyi ve bütün bu hayatı veren odur.
Şu hayat, binlerce duygularıyla, şu âlemin varlığından daha gerçektir. Siz, aklınızı ve
iradenizi de katsanız, ölü bir şeye asla hayat veremezken; bu âlemdeki ölü zerreler, size nasıl
hayat versin?
Size ikram eden ‘kerim’ odur, size şekil veren ‘musavvir’ odur, size kendini tanıtan
‘maruf’ odur. Ve bütün bu eser ve nimetleriyle size kendini sevdirmek isteyen “vedûd” odur.
Kesin olarak bilin ki, bu âlem ve siz, her şeyinizle beraber, onun varlığıyla varsınız. Asla
kendi başınıza var değilsiniz.
O bu âlem üzerinden iradesini bir çekse, biz anında bütün yıldızlarla beraber, yok
oluruz. Şu an o bizi görüyor, biz onu görmüyoruz. Bu âlem bizim için muazzam büyüklükte bir
mekân iken, onun için mekân değil... Bizimle yıldızlar arasında, ulaşılmaz mesafeler varken,
onun için hiçbir mesafe yok. O, isim ve sıfatlarıyla, bu âlemin her yerinde varken, zatıyla
hiçbir yerinde yok. Ve isim ve sıfatlarıyla size sizden daha yakınken, zatıyla sizden nihayetsiz
uzak.
Bu âlemin büyüklüğü, onun ruhunun büyüklüğüne kıyas dahi edilemez. O, sizi bir anda
huzuruna alır, hayal âleminde bir anda yılları yaşattığı gibi, bütün âlemlerini gezdirir, aynen
rüyadaki gibi zaman içinde zaman meydana getirir ve bir anda da, aldığı yere tekrar geri
götürür. Ama siz kendi başınıza, ömrünüzün sonuna kadar, yıllar boyu uçsanız, ona
ulaşamazsınız.
Güneşin, bütün isim ve sıfatlarıyla, aynaya tecelli edip, aynaya aynadan daha yakın
olduğu gibi; o da bütün isim ve sıfatlarıyla size şah damarınızdan daha yakındır ama zatıyla
sizden nihayetsiz uzaktır”
Evet, mesajcınız olan bilge kişi bunları söylüyor.
Şimdi hayalinizden sıyrılıp mesajcınızın verdiği mesajlar ışığında siz de kendi gerçek
âleminize bakın, gerçeğin ta kendisiyle yüz yüze gelin.
Hayalinizde oluşturduğunuz temsilî âlem, sizin için neyse, Allah için de bu âlem, o
hayalî âlem gibidir. Hatta onun vücuduna nazaran, hayal bile değildir. Sadece isimlerinin
gölgesidir.
Hayalinizde oluşturduğunuz âlem nasıl sizin varlığınızla varsa, bu âlem de, ezelî ve
ebedî olan Allah’ın varlığı ile var. Asla kendi başına var değil... Nasıl ki hayal âleminizde siz,
bütün isimlerinizle, vasıflarınızla tecelli ediyorsanız, bu âlemde de Allah, bütün isim ve
sıfatlarıyla tecelli ediyor.
O, bizi görüyor, biz onu görmüyoruz. O bize bizden yakın, biz ondan nihayetsiz
uzağız. Ve bu âlemdeki her şey, onun isim ve sıfatlarının tezahürüdür. Onun ‘Ol!’ emrinden
başka bir şey değildir.
Ve bu âlem, bizim için dev bir mekân hükmündeyken, Allah için mekân değildir.
Bizimle yıldızlar arasında sonsuz mesafeler varken, onun için mesafe bile yoktur. Bu âlem,
bütün büyüklüğüne rağmen, onun büyüklüğüne ölçü dahi değildir.
Sizin kurduğunuz hayal âlemindeki bir insan diyor ki: “Şu âlemin büyüklüğüne bak!
Ne kadar muazzam! Acaba bu âlemi meydana getiren kişi, ne kadar büyüktür?” Aklı almıyor,
hâlbuki onun gerçeğindeki dev âlem, sizin için bir hiç, bir hayal hükmündedir.
Sizin oluşturduğunuz o hayalî âlemde sizin izniniz olmadan bir yaprak bile
kımıldamaz ve orada asla tesadüf yoktur. Tesadüf olabilmesi için, sizin ilim, irade ve
kudretinizden ayrılıp uzaklaşması gerekir ve sizin iradenizin yetkisinden çıkan şey de yok
olur, varlığını asla koruyamaz. İşte aynen bunun gibi, Allah’ın yarattığı bu âlemde de hiçbir
şey, kendi başına hareket edemez ve asla tesadüf olamaz. Çünkü bu âlemdeki her şey, onun
sonsuz ilmi, iradesi ve kudretiyle varlığını koruyor. Tesadüf olabilmesi için, onun ilim, irade
ve kudretinin yetkisinden ayrılıp uzaklaşması gerekir. Onun ilim, irade ve kudretinin
yetkisinden uzaklaşan her şey yok olmaya mahkûmdur, varlığını koruyamaz.
Hayalinizde oluşturduğunuz bu âlemdekiler de sizi tanıyabilmek için kendi hayal
dünyalarına müracaat etmek zorundalar. Hayal kurma yeteneğini Allah bize bahşetmiş ki,
aklımızın almadığı bu gerçekleri tanıyıp iman edelim. Şeytan bu yaptığımız şeye engel olmak
için kulağımıza üfleyip vesvese verecektir, çünkü bu gerçekleri hissetmemizi engellemek
onun asli görevidir. Bu gerçekleri hissetmenin başka bir yolu da yoktur. Bu yol tefekkür
yoludur ki amacı, bu dünyada bize ait zannettiğimiz hiçbir şeyin aslında bizim olmadığını
kavramaktır. İnsan bunu kavradığı an hayatının, sevgisinin, ibadet ve ölümünün âlemlerin
rabbi için olduğunu anlayacak ve bu bilinçle kendisinin ve rabbinin farkındalığı onu
kuşatacaktır. Şu oturduğumuz ev bizim değil, bu beden ve bu ruh bize ait değil, şu dünya ve
onu çepeçevre kuşatan gökyüzü bizim değil. Bizim içindir ama bize ait değildir. Allah bu
âlemden iradesini çekse anında yok oluruz. Aynen sizin hayal kurmaya son vermeniz
hayalinizdeki âlemi yokluğun karanlığına gömeceği gibi…
Tefekkürle kalın! Selam ve sevgiler…